Özlenen Rehber Dergisi

138.Sayı

Gönül Dosyalarının Hayatları;zünnûn-i Mısrî (radiyallahu Anh)

Derya KOCABIYIK Özlenen Rehber Dergisi 138. Sayı
Adı Sevbân bin İbrahim’dir. Ebe’l-feyz ya da ebe’l-feyyaz diye künyesi vardır. Lakabı Zünnûn, nisbesi el-Mısrî’dir. Güney Mısır’ın Sudan’a yakın sınır bölgesinde yaşayan Nûbe kabilesindendir. Bu sebeple babası en-Nûbî nisbesiyle anılır. 772 (H.155) tarihinde doğdu. 859 (H.245) tarihinde Mısır’da vefat etti. Eshâb-ı kirâmdan Amr bin Âs hazretlerinin yanına defnedildi.
Hocası, Mâlikî mezhebinin imâmı Mâlik bin Enes’tir. Onun eseri Muvattâ’yı bizzat kendisinden okumuş ve fıkıh ilmini ondan öğrenmiştir. Tasavvuf ilmini ise Şeyh İsrâfil’den öğrenip kemâle ulaştı.
’Zünnuni’ denmesinin sebebi ise: Bir deniz yolculuğu sırasında, bindiği gemide bir tüccara ait mücevher dolu bir kese kaybolmuştu. Gemide bulunanlar, ’sen aldın’ diyerek ona iftira edip, hakarete ve işkence yapmaya başlamışlardı. Suçsuz olduğundan, mazlumların dostu olan Rabbine duâ ederek suçsuz olduğunu ispatlamak istedi. Zünnûn-i Mısrî Allah’ü Teâlâya duâ edince, hemen suyun yüzüne, ağızlarında birer mücevher bulunan binlerce balık çıkmıştı. O balıkların ağzındaki mücevherden bir tane alıp gemidekilere verdi. Bu durumu gören esas hırsız keseyi getirip vermişti. Böylece Zünnûn-i Mısrî işkencelerden kurtulmuştu. Bu sebeple ismine, balık sahibi, balıkçı manâsında "Zünnûn" denilmiştir.
Zünnûn-i Mısrî’nin hak yolu bulmasını şöyle anlatılır:
Bir ağaç altında otururken, iki gözü kör bir kuşun ağaçtan indiğini, yeri eşerek altın bir kutu çıkardığını gördü. Dikkat edince kutunun içinde susam olduğunu ve kuşun bunu yediğini gördü. Daha sonra başka bir yeri gagası ile eşti ve başka bir kutuda bulunan suyu içti. Tekrar gagası ile gömdü. Ağaca kondu. Topraktaki kutu yerleri belirsiz hâle geldi. Bu hâli gören Zünnûn-i Mısrî hazretleri, Allah’u Teâlâ’ya tevekkül etmenin gerçeğini anladı ve tevekkül etmeye karar verdi. Biraz ileride, bir vîrânede fakirlerle karşılaştı. Geceyi birlikte geçirdiler. Ertesi gün, Zünnûn-i Mısrî hazretleri, bir küp altın buldu. Bu küpün ağzında bulunan tahta kapakta, Allah ismi yazılıydı. Altınları fakirlere dağıttı, kendisi de tahtayı alıp, o gece de orada yattı. Uyandıkça, yazıyı öpüp başına koyup gözüne sürüyordu. Gece rüyâsında kendisine; ’Arkadaşların altınları aldılar. Sen Allah’u Teâlâ’nın ismini azîz tuttun. Sen de dünyada azîz ol!’ dediler. Sonra uyandı. O anda, gönlü ve içi nûrla doldu.
İşte Allah veli kullarına ismini yüceltmesinden dolayı rahmet kapılarını böyle açmış, kim Rabbinin adını yüceltirse Allah (c.c) da o kulunun ismini hem katında hem de kulları arasın da yüceltmiştir.
Zünnûn-i Mısrî’nin (r.a) hayatından bazı ibretlik kıssalar:
Bir gün bir çeşmeden abdest alıyordu. Karşıdaki, evin penceresinde, güzel elbiseler giymiş güzel bir kadına gözü ilişince "Kimdir bu güzel?" dedi. Bunun üzerine o kadın "Yâ Zünnûn! Seni uzaktan gördüğümde âlim bir zât sandım. Yakınıma gelince, söylediklerini duydum. Deli, câhil ve hakkı bilmez biri imişsin" dedi. Zünnûn-i Mısrî: "Bunları neden söylüyorsun?" deyince, kadın; "Deli olmasaydın abdestsiz yere basmazdın. Âlim olsaydın, yabancı kadınların yüzüne bakmazdın. Şayet arif olsaydın, Allah’u Teâlâ’dan başka yerde gözün olmazdı" dedi ve kayboldu. Bunun üzerine Zünnûn-i Mısrî, "Anladım ki, bu bir tenbih, bir ikaz idi, o kadın insanlardan değil idi" dedi.
Gerçek delinin aklı noksan değil de abdestsiz yere basanın asıl deli olduğunu, hakiki âlimin de bilgileri bilgisayar gibi beyne yerleştirip amel etmeyenlerin değil de Allah’ın haram kıldığı şeylerden yüzünü severek çevirenler olduğunu, hakiki ariflerin ise Allah’tan gayrısıyla ünsiyet kurmadıklarını yalnızca Allah’ın (c.c) zatına yönelenler olduğunu görürüz.
Kendisi şöyle anlatır:
"Bir gün dağlarda dolaşırken bir topluluk gördüm. Hepsi bir yerinden rahatsızdı. "Siz burada ne yapıyorsunuz?" diye onlara sorduğumda bana; "Şurada bir âbid var, her sene bir defa dışarı çıkar, bize okuyunca hepimiz Allah’ın izni ile şifâ buluruz" dediler. Ben de onlara katılarak, dışarı çıksın diye bekledim. Bir adam çıktı. Yüzü sarı, vücûdu zayıf ve gözleri çukurlaşmıştı. Heybetinden dağ sallandı. Sonra şefkatli bir gözle onlara baktı, sonra semâya baktı, onlara doğru üfleyince, hepsi Allah’ın izni ile şifâ buldu. Çıktığı yere girmek isterken, cübbesine yapışıp "Allah için onları maddî hastalıklardan kurtardın. Benim de ma’nevî hastalığımı tedavi et" dedim. "Ey Zünnûn, elini cübbemden çek. Allah’u Teâlâ seni gördüğü hâlde, O’nu bırakıp benim elbisemi mi tuttun. Allah’u Teâlâ ikimizi de helak eder" dedi.
Zünnûn-i Mısrî’nin hikmetli sözlerinden:
• Fesadın altı sebebi vardır: 1) Âhiret işindeki niyetin zayıflığı, 2) Bedenin şeytana esir olması, 3) Ecelin yakın olmasına rağmen uzun emelin gâlip gelmesi, 4) Kulun rızâsını Allah’u Teâlâ’nın rızâsından önde tutmak, 5) Hevâ ve hevese uyup sünneti terk etmek, 6)Önce geçenlerin iyiliklerini söylemeyip kusurlarını araştırmak.
• Zünnûn-i Mısrî hazretleri az yemek yemeyi tavsiye ederdi. Bu sebeple; ’Ben hiçbir zaman mîdemi doyurmadım. Çünkü ne zaman mîdemi dolduracak olsam, ya günaha düşerim veya günah işleme arzusuna kapılırım.’ buyurdu.
• Üç şeyin üç şeyle birlikte bulunmamasına üzülür ve şöyle derdi: ’İlim var amel yok. Amel var ihlâs yok, ihlâs var teslimiyet yok.
• İnsan, Allah’u Teâlâ’nın saf kullarından olduğunu, ne zaman ve nasıl anlar? Diye sordukları zaman; İnsan bu durumu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az olsa bile, olandan verirse, fakirleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve kötülenmek kendisine aynı gelirse’ cevâbını verdi.
• Bozulan kalbi düzeltmek için ne yapmak lâzımdır? Diye sorduklarında; ’Beş şey yapmalıdır. Helâl yemek, Kur’an-ı Kerîm okumak, sâlihlerle sohbet, gece ibâdet etmek, seher vaktinde ağlamak’ cevâbını verdi. Kalbini en güzel koruyan kimdir? diye sorduklarında; ’Diline en çok hâkim olan.’ cevâbını verdi.
• Kalbin hasta olmasının alâmeti dörttür: 1) Tâattan (ibâdetten) tad, haz almaz. 2) Allah’u Teâlâ’dan korkmaz. 3) Eşyâya, mahlûkâta ibret gözüyle bakmaz. 4) Dinlediği ilim ve nasîhatten istifade etmez.
• Öyle birisiyle dostluk kur ki, senin değişmenle değişmesin.
• İnsanı arzulardan kurtaran dost ikidir. Gözü ve kulağı muhâfaza etmektir.
• Her âzânın tövbesi vardır. Kalb ve gönlün tövbesi, şehveti terk etmektir. Gözün tövbesi, harama bakmamaktır. Dilin tövbesi, fenâ söz söylemekten, gıybet etmekten çekinmektir. Kulağın tövbesi, kötü sözleri dinlememektir. Ayağın tövbesi, haram yerlere gitmekten kendini korumaktır.
• Şu üç şey ihlâs alâmetidir. 1) Medh ve kötülenmek ona tesir etmez. 2) Amellerini unutur, günahlarını düşünür. 3) Hak Teâlâ’dan gayrısını gönlünden çıkarır.
• Tövbe iki kısımdır: 1) İnâbe tövbesi; kulun Allah’u Teâlâ’dan korkup tövbe etmesi. 2) İsticâbe tövbesi; kulun Allah’u Teâlâ’dan utanıp tövbe etmesidir.
• Yemekle dolan midede hikmet durmaz. Eline geçen bir parça ekmeğin yanında, ayrıca katık olarak tuz arayan kimse, velîler katında umduğunu bulamaz. Eline iki ekmek geçip, bunların hangisi helaldandır diye araştırmadan, düşünmeden yiyen kimse, hak yoldan felah bulamaz.
• Murâkabenin alâmeti, Allah’u Teâlâ’nın tercih ettiğini tercih etmek, O’nun büyük gördüğünü büyük görmek ve küçük gördüğünü küçük görmektir.
• Sabır, Allah’u Teâlâ’nın emirlerine muhâlif olan davranışlardan uzaklaşmak, O’ndan gelen musibetlere sükûnetle karşılık vermek ve fakirlik ihsân ettiği zaman, zengin görünmektir.
• Allah’u Teâlâ’yı sevmenin alâmeti, bütün ahlâkta ve bütün işlerde, O’nun sevgili peygamberi olan Muhammed aleyhisselâma uymaktır. Doğruluk, Allah’u Teâlâ’nın bir kılıcıdır ki, üzerine konulan her şeyi keser. Doğru kimse, dili hak ve gerçek olanı anlatan kimsedir.
• Rûhun sıhhati az günah işlemek, bedenin sıhhati az yemektedir.
• Sevgi seni konuşturur, korku rahatsız eder, hayâ susturur. İnsanlar Allah’u Teâlâ’dan korktukları müddetçe, doğru yolda yürürler. Bu korku kalplerinden gitti mi, yollarını kaybederler.
• Bir kula bak, vaktini boşa harcıyorsa, boş şeylerle vakit geçiriyorsa, Allah’u Teâlâ’yı anmıyorsa, bilesin ki, Allah’u Teâlâ onu sevmiyor.

Zünnûn-ı Mısrî hazretleri, vefât ettiğinde, hava çok sıcaktı. Cenâzesini götürürlerken bir bölük kuş da cenâzenin üstünde kanatlarını açarak birlikte uçuyor ve gölge yapıyorlardı. Oradaki insanlar o kuşların kanatlarının gölgesi altında kalıyorlardı. Fakat hiç kimse öyle kuşlar görmemişti. Cenazesi defnedilinceye kadar kuşlar gitmediler. Ertesi gün kabri üzerinde Âdemoğlunun yazısına benzemeyen bir yazının yazılı olduğu görüldü: ’Zünnûn, Allah’ın sevgilisidir ve şevki dolayısıyla da, canını O’nun yoluna fedâ etmiştir.’ O yazıyı oradan kazımalarına rağmen, tekrar yazılırdı. Vefatından sonra birçok âlim rüyâsında Peygamber Efendimizi (s.a.v.) gördü. Peygamberimiz yanındakilere; ’Hak dostu Zünnûn geliyor, karşılamaya gidelim.’ Buyurdu.
Sonuç;
Hayatı boyunca Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini tatbik ve takipçisi olmuş, her şeyden önce kendi nefsini ikaz ve ikna etme cihadı içinde bulunmuştur.
Bu cihadı sırasında kendisinden birtakım mânevi ikramlar bekleyenler olmuşsa da o, böyle mânevi sırları lâyık olana vermeyi esas almış, nefislerinin kötü tazyik ve tesirinden kurtulma cihadını henüz verememiş olanlara lâyık olmadıkları mânevi sırları ifşa etmemiştir. Allah’ın rızasını arayan kullar için örnek bir Allah dostudur. Büyüklerin hayatları birer hikâye olarak telakki edilmemeli. Bilakis ibret ve örnek teşkil etmelidir. Rabbim şefaatlerine nail eylesin. Âmin…
Kaynaklar:
Hilyet-ül-Evliyâ; c. 9, s. 3332
Târih-i Bağdâd; c. 14, s. 316; c. 8, s. 3933
Tezkiretü’l-Evliyâ; s. 234
Kıyâmet ve Âhiret; 5. Baskı, s.1946
İslâm Ahlâkı; s. 4367
Rehber Ansiklopedisi; c. 18, s. 331
Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 1, s. 709
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c. 3, s. 337
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.