Özlenen Rehber Dergisi

105.Sayı

Kerâmet - 2

Yakup YÜKSEL Özlenen Rehber Dergisi 105. Sayı
Velide kerametin ortaya çıkış şekli:
Keramet, kendisinden zuhur eden bir kula hususiyet ve fazilet bahşeder. Bazen kulun iradesi ve duasıyla vücuda gelir, bazen de gelmez. Bazı zamanlarda ise kulun iradesi dışında zuhur eder. Veli, halkı kendine davet etmekle değil; peygamberin getirdiği dine davet etmekle memurdur. Velinin halkı Hakk’a davet etmesi vacip, kendine davet etmesi vacip değildir, sadece caizdir. Hâlbuki nebi, halkı hem kendine hem Hakk’a davet eder. Nebi, nübüvvetini halka kabul ettirmekle mükellef iken; veli, veliliğini kabul ettirmekle mükellef değildir. Fakat yine de ehil olan bir kimseden, harika nevinden bir şey izhar olsa, bu caizdir.
Burada akla gelebilecek şu soruyu cevaplamak yerinde olacaktır: ’Peygamberlerin mucizelerinde bulunan manadan daha fazlasını ihtiva eden, onun mucizesinin üstünde bir kerametlerin zuhuru caiz olur mu? Böyle bir durumda veliler peygamberlerden üstün tutulmuş olmuyor mu?’
Bu soruya şöyle cevap verilir: Bu nevi kerametler Peygamber (s.a.v.)’in mucizelerine ilhak edilir. Yani keramet mucizenin bir yansımasıdır. Çünkü keramet, müslümanlığında sadık ve samimi olmayan hiçbir kimsede zuhur etmez. Kendisinden keramet zuhur eden bir velinin bu kerameti, aslında o peygamberin mucizelerinden biri sayılır. Çünkü peygamberin kendisi sadık ve doğru olmasaydı, kendisine tabi olanlardan keramet zuhur etmezdi. Şu muhakkak ki evliyanın rütbesi hiçbir zaman enbiyanın (a.s.) derecesine ulaşamaz. Bu konuda icmâ ve ittifak mevcuttur.
Beyazid Bistâmî’nin bir soruya verdiği şu cevap konuyu çok güzel açıklamaktadır: ’Peygamberler için hâsıl olan mucize ve füyûzâtın misali, içi bal ile dolu olan ve balı dışarı sızdıran tuluğa benzer. Bu tuluktan sızan şeyler bütün velilerin sahip oldukları keramet ve fuyûzât gibi şeylerdir. Tuluğun içinde bulunan ise peygamber (s.a.)’e ait olan şey gibidir.’ Şunu da ifade edelim ki; Peygamber Efendimiz dışındaki bütün peygamberlerin durumu, yine tuluğun içindeki bala nispetle dışarı sızan bala benzetilirse; ’Ümmetimin velileri, beni İsrail peygamberleri gibidir’ sözü daha iyi anlaşılacaktır. Fakat veliler, peygamber değillerdir ve onların tırnağı bile olamazlar. Çünkü peygamberi Allah bizzat kendisi seçer. Öyleyse keramet, ilahi kudret dâhinde olan her şeyden zuhur edemez. Sadece peygamber için mucize olan şeylerden zuhur edebilir. İşte kerametin ’caizdir’ denildiği nokta tam olarak burasıdır.

Velinin veli olduğunu bilmesi meselesi ve keramet:
İki türlü velilik vardır:
a) Velayeti amme: İnsanı Allah’a ve İslam’a düşman olmaktan çıkaran veliliktir. Bu anlamda imanı olan herkes velidir. Bu çeşit velilik, velilik halinin gerçekleştiğini ve bunun bilinmesini gerektirmez. Sadece umumî olarak bütün müminlerin veli olduğu söylenir. ’Mutlak olarak Allah, müminlerin velisidir’ denilir.
b) Velayeti hassa: Tahsis etme, seçme, süzme ve dost edinme manasındaki veliliktir. Bu velilik makamı, veliliğin bilinmesini ve hakikatinin anlaşılmasını icap ettirir.

Mutasavvıflar, velinin veli olduğunu bilip bilmemesi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bilmesinin caiz olmadığı görüşünü benimserler. İmam Ebu Bekir b. Furek şöyle der: ’Velinin veli olduğunu bilmesi caiz değildir. Çünkü bu, kuldan korku hissini giderir, yerine emin olma duygusunu ikame eder.’
Üstat Ali Dekkak (r.a.) ise bunu caiz görmüştür. İmam Kuşeyrî’nin görüşü de bu yöndedir. Zira bu husus bütün veliler hakkında vacip değildir ki ’Her velinin veli olduğunu bilmesi vaciptir’ sonucuna ve hükmüne varılsın. Lakin bazı velilerin veli olduklarını bilmeleri caiz olduğu gibi, bazı velilerin de bunu bilmemeleri caizdir. Bazıları veli olduğunu bilse, bu bilme sadece o veliye ait bir keramet olur. Bir veliye mahsus kerametlerin hepsinin olduğu gibi bütün velilerde bulunması vacip değildir. Hatta bir veliden dünyada hiçbir keramet zuhur etmese, bu durum o veli için kusur ve ayıp sayılmaz. Hâlbuki peygamberlerde durum bunun aksinedir. Onların mucizelere sahip olmaları vaciptir. Halkın onun davasında sadık olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Bu ise mucize ile bilinir. Velinin hali bunun aksinedir. Veli olan kişinin veli olduğunu bilmesi, kendisi üzerine vacip olmadığı gibi halk üzerine de vacip değildir. Nitekim aşere-i mübeşşere, cennetlik olduklarına dair Rasûlullah (s.a.v.)’in kendilerine verdiği haber hususunda onu tasdik etmişlerdir. Bunu öğrenmeleri onların itaat ve hallerinde hiçbir değişikliğe yol açmamış, Allah’a karşı korku halleri her zaman devam etmiştir. Hz. Ebu Bekir: ’Keşke kuşların gagaladığı bir hurma olsaydım’; Hz. Ömer: ’Keşke bir ot olsaydım, hiçbir şey olmasaydım’ demiş ve bu müjdeye güvenip de Allah’ın rahmetinden ümit kesen bir hale bürünmemişler, aksine Allah’a ve peygamberine olan sevgi ve itaatleri daha da artmıştır.
’Korku halinden çıkarır’ diye velinin veli olduğunu bilmesini caiz görmeyenlerin gerekçelerine gelince, akıbetlerinin değişmesinden ve sû-i hâtimeden (kötü bir ölüm) korkmamalarında bir mahzur yoktur. Zira Hakk Teâlâ’nın celaline, azametine ve heybetine ait olmak üzere velilerin kalplerinde hissettikleri korku duygusu, sû-i hâtimeden ileri gelen korkudan daha fazla ve daha çoktur.
Veli-keramet ilişkisi:
Veli bir kuldan mutlaka keramet zuhur etmelidir diye bir şart yoktur. Ayrıca keramet zuhur eden bir veli de kulların en üstünü değildir. Ayrıca ulaşabileceği son noktaya da ulaşmış sayılmaz. Böyle bir veli zaten bu haline güvenmez ve bu haliyle de sükûn bulamaz. Hatta bunu düşünemez bile. Nice zamanlar olur ki velilerde kerametten çok yine keramet nevinden olan kuvvetli bir yakin ve fazla bir basiret zuhur eder. Bu, kerametin onları kuvvetli bir yakine ve büyük bir basirete sevk etmesi anlamına da gelir. Böylece veliler kerametin hakikatte Allah’ın bir fiili olduğunu idrak ederler. Bu suretle benimsedikleri inançlarının sıhhatli olduğuna kerametle delil bulmuş olurlar. Böyle bir anlayış onların veliliğine ve yakinliğine de zarar vermemiş olur. Bu anlayışlara sahip bir veliden keramet zuhur etmesini caiz görmek vaciptir. Marifet ehli olan cumhurun görüşü budur.
Evliyada zuhur eden kerametin en büyüğü, devamlı olarak ibadet ve taat işlemeye muvaffak kılınmak, günahtan ve emre muhalefetten korunmaktır.
Keramet ve Determinizm:
Keramet, âdetullah ve sünnetullah dediğimiz tabiat kanunlarının üstünde ve hatta onların zıddına olan bir hadisedir. Mucize ve keramet konusu, tabiat kanunlarının hükmünü aralıksız ve kesintisiz sürdürmesi, hiç istisna kabul edilmemesi manasına gelen determinizm (muayyeniyet, icabiyye) zihniyeti ile uyuşmaz. Yani deterministler, mucize ve kerameti kabul etmezler. Fakat her konunun determinizm ile halledilmesi imkanı da yoktur. Tabiat kanunlarının istisnaları, bazı hallerde iş görmedikleri, tesirli olamadıkları bazı sahalar mevcuttur. Bu istisnalar fizikten psikolojiye doğru gidildikçe artmaktadır. Bazı ender olaylar, az rastlanan nadir haller, mucize ve keramet dediğimiz hadiselerin vücuda gelmesine imkân vermektedir. Fakat ender ve nadir halleri, bu durumdan çıkarıp umumî ve şümullü haller durumuna getirmek her şeyden önce dînî değerlere ve tasavvufî anlayışa zarar vereceğinden mahzurludur. Bununla birlikte meselenin iç yüzü tam olarak bilinmeden yanlış yorumlara, istismarlar ve suiistimallere açık olmasına bakılarak deterministler gibi kökten inkâr edilmesi veya hafife alınması da bundan daha çok sıkıntı meydana getirecek bir durumdur.

Keramet çeşitleri:
Keramet, hakkın velisine bir ikramıdır ve iki çeşittir:

a) Kevnî ve sûrî keramet: Uzun mesafeyi kısa zamanda alma (tayyi mekân), az gıdayı çoğaltma, su üzerinde yürüme, ateşte yanmama gibi harikalardır. Sûfîler, bu tür kerametlere fazla önem vermezler. Bunun mekr-i ilahi olmasından korkarlar. Kerameti çocukları uyutan haşhaşa veya onları eğlendiren oyuncaklara benzetirler. Veli kemale erdikçe kerameti azalır. Keramette asıl olan kerametin zahir olmasıdır, izhar edilmesi değildir. Kerametin gizliliği esas olduğundan, bazı sufiler kerameti ’hayz-ı rical’ olarak tanımlamışlardır. Ricalullah (Allah adamları) kerametlerini hanımların durumu gibi gizlerler. Ayrıca ortaya çıkan keramet, sufiyi Allah’ın yasak bölgesine girmeye (haramı helal sayıp onlara dalmaya) sevk etmez. Bununla birlikte bir müminin veli olması için kevni (sûrî) kerameti olması şart değildir. Belli bir kerameti kabul etme mecburiyeti de yoktur. Ayrıca kerametin çok olması o velinin büyük evliyalardan olduğunu da göstermez.
b) Manevi ve hakiki keramet: İlimde, irfanda, ahlakta, ibadette, taatta, amelde, edepte ve insanlıkta gösterilen üstün meziyetler, hasletler ve faziletlerdir. En büyük keramet kişinin kötü huylarını bırakıp, iyi huylar edinmesidir. Onun için istikamet kerametten üstündür. Çünkü keramet nefsin, istikamet ise Rab Teâlâ’nın istediği şeydir. Sufiler ilim, irfan ve ahlak sahasında yapılan değişiklikleri, ilerlemeleri, gelişmeleri ve yükselmeleri gerçek ve paha biçilmez kerametler olarak görmüşler, sûrî ve kevnî kerametlere fazla önem vermemişlerdir. Bir şeyhin ve velinin gösterebileceği en büyük keramet, bir münkirin mümin olmasına, bir fasığın ıslah olmasına vesile ve vasıta olmaktır.
Beyazid Bestâmî’ye: ’Falan zat bir gecede Mekke’ye gidiyor’ denildi; ’Şeytan da bir anda doğudan batıya gider, fakat Allah’ın lanetine uğramıştır’ dedi. ’Falan zat su üzerinde yürüyor ve havada uçuyor’ denildi; ’Kuş da uçuyor, balık da yüzüyor’ dedi. Yani marifet, dinin emirlerini tatbik etmektir, keramet göstermek değildir.

Keramet konusunda durum bu olduğu halde son zamanlarda manevi kerametten çok sûrî keramete önem verilmiş, menakıpnameler âdeta efsane ve destan kitapları haline getirilmiş, her şeyin veli ve şeyhin himmeti ve iradesi ile halledileceğine inanılmıştır. ’Baba himmet’ diyen müridine ’oğul gayret’ diye tavsiyede bulunan mürşitler, bu noktayı gayet güzel tespit etmişlerdir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) kızı Fatıma’ya ’Kızım! Babam peygamberdir diye güvenme. Sana faydam dokunmaz.’ Yani Allah’ın rahmeti olmazsa ben bile cennete giremem buyurmaktadır.
İşte mutat sebeplere tevessül yerine, sadece olağan üstü hallerde ve bütün tedbirlerin bittiği ve çarelerin tükendiği zaman başvurulması gereken himmete müracaat edilmesi, İslam toplumunda sebep, illet, gayret, çalışma, tedbir ve kendine güvenme gibi hususların zayıflamasına sebep olmaktadır.
Şunu hemen ifade edelim ki bütün fiiller Allah’a aittir. Allah Teâlâ’yı kerameti yaratma kudretine sahip olmakla vasfetmek ise vaciptir. Kerametin Allah’ın kudreti dâhilinde bulunduğunu bilmek vacip olunca, vücuda gelmesinin imkânına engel olan hiçbir şeyin bulunmadığı anlaşılmış olmaktadır.
Kerametin delilleri:
I-Kur’an’dan deliller:
Mutasavvıflar, Kur’an ve Sünnet’te kerametin hak olduğuna dair nasslar ortaya koyarak mutezile ve benzerleri gibi keramete karşı çıkan ve bunu kabul etmeyenlere karşı şu ayeti kerimeleri delil olarak gösterirler:
a) Hz. Meryem’e hamile olan annesi, onu Allah’a adamıştı. Doğduğunda onu mabedin bir kapısına koydular. Onun bakımını teyzesinin kocası Zekeriya (a.s.) üzerine almıştı. ’Zekeriya Meryem’in yanına her girişinde bir rızık buluyordu. Bunun nerden geldiğini sorunca da; Rabbimin katından cevabını alıyordu. Çünkü Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.’
b) Hz. Meryem, oğlu İsa’yı dünyaya getirdiği zaman, o annesine ’Hurmanın dalını kendine doğru silkele, üzerine derilmiş taze hurmalar dökülsün dedi.’ Meryem ağacı silkeleyince, kuru kütükten üzerine taze hurmalar döküldü. Böyle olağanüstü ikramlara nail olan Meryem, peygamber değildi.
c) Musa (a.s.) ile Hızır arasında geçen kıssada peygamber olan Musa (a.s.)’a peygamber olmayan ve Allah’ın ’kullarından biri’ dediği Hızır (a.s.) bir süre rehberlik etmiş ve kendisine Hakk katından verilen ledünni bilgiler sayesinde bazı sırları çözmüştür.
d) Hz. Süleyman (a.s.)’ın veziri Âsaf b. Berhiyâ, Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir süre içinde getirmiştir. Sebe Melikesi Belkıs’ın tahtını Kudüs’ten getiren Âsaf, peygamber değil, Hz. Süleyman’ın ümmetinden biriydi.

II-Sünnet’ten deliller:
Mutasavvıflara göre geçen âyet-i kerimelerden başka bazı hadisi şeriflerde de kerametin meşruiyetine delil olabilecek rivayetler vardır:
a) Rahib Cüreyc kıssasında kendisine iftira atmak isteyen kötü bir kadına, doğurduğu çocuğun aleyhte şahitlik yapması sonucu Cüreyc’in kurtulması.
b) Yolculuğa çıkıp yağmura tutulan ve mağaraya girip orada mahsur kalan üç arkadaşın dua ile kurtulmaları.
c) Bir sığırın üzerine çok yük yüklenmesi ve sığırın ’ben bunun için yaratılmadım’ şeklinde konuşması olayı gibi. Ayrıca;
d) Müminlerin Emiri Hz. Ömer b. Hattab (r.a.)’dan sahih olarak bir Cuma hutbesi sırasında ’Yâ Sâriye, dağa!’ dediği rivayet edilir. O anda Medine’ye bir aylık mesafede, savaş meydanında ve zor durumda olan Komutan Hz. Sâriye b. Hıns’ın, Hz. Ömer’in sesini işiterek düşmanın bulunduğu yerden dağa çekilmiş olması başka bir örnektir.
Görüldüğü üzere evliyanın kerameti haktır. Fakat asıl olan keramet izhar etmek değil, kerametin kendiliğinden zahir olmasıdır. Bu noktada veliye düşün görev, elinden geldiği kadar bunu gizlemek ve mekre düşmemek, insanları kendi yoluna değil, Allah ve Rasulü’nün Kur’an ve Sünnet yoluna istikamet üzere davet etmektir. Avamın vazifesi ise, uçmak, kaçmakla uğraşmak yerine kul olmaya çalışmak olmalıdır.
Cenâb-ı Hakk, dostlarının himmet ve nazarlarını üzerimizden kesmes
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.